31 Ocak 2021 Pazar

19 Saatlik İstanbul

 19 SAATLİK İSTANBUL

Selaaaaaaam ben geldiiiim, naber lan. Oooo abi hoşgeldin. Hoşbuldum, bak bu sefer çok bekletmedim seni. Allah razı olsun abi ya. Siktirtme lan allahını şimdi, bi şey anlatmaya geldik şuraya; müteşekkir olduğunda teşekkür edeceksin bana; Arapça şeyleri sevmiyorum bilmiyor musun? Biliyorum abi ne biliym öyle ağız alışkanlığı işte. Tamam tamam sıkıntı yok, naptın bakalım? Neyi abi? Hiç öyle yani genel olarak naptın? İyi abi işte napalım, naptın demeye başladığına göre iyice Angaralı oldun sen de. Tövbe de lan ne Angaralısı,. İstanbul beyefendisiyim ben bi kere hıh. Öylesin abicim öylesin. Teeşkür ederim dostum, ne dersin dönelim mi edebi kimliğimize. Dönelim tabiki “arada bir yazar”ım. Döndüm o zaman sevgili “hiç okumayacak okuyucum”.

 

   Heyecan dolu olduğum an nasıl olduğumu çok iyi bilirsin. İçim kıpır kıpır olur da yine de içimdeki yangından bir kıvılcım taşırmam dışarıya, kimseyle paylaşmam yangınımı bir kıvılcım dahi olsa da.

 

Çünkü insanlar güzel olan her şeyi mahveder azizim,

Her şeyi tek başına halletmeli.

Her şeyini saklamalısın onlardan, bilhassa hayallerini.

Birilerine de açabiliyosan, ne âlâ içini

   Başak geliyor İstanbul’a.

Evet sevgili hiç okumayacak okuyucum

Başak İstanbul’a geliyor.

İstanbul’a Başak geliyor

Geliyor İstanbul’a Başak.

Geliyor Başak İstanbul’a

Yani gelecek. Ne çok uğraştık, kabul edene kadar da canı çıktı ama sonunda “he” dedi güzelim. Ne de güzel çabalıyor canına yandığım. Her şeyi de düşünüyor. En iyisine belki gücü yetmese de en azından düşünüyor. Geliyo laaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaan. Abi çıkma edebi kimlikten. Tamam tamam sakinim geri döndüm.

Velhasıl kelam neredeyse sene-i devriyesine yaklaştık bu illet salgının ama hala elle tutulur bir sonuç yok. Aşı falan deniyorlar ama bana yaramıyor ki banane. Beni okuluma döndürmüyor banane. Nasıl olduysa bir de bu şapşal kız aşık oldu bana yollara düştü iyi mi! Geliyor geliyor, geliyor bakalım n’olucak. Hadi hayırlısı...

Yüzümüzü kara çıkartma ey Zeus!

Çıkalım şu işin içinden mutlu mesut.

 

Konaklığımızı üstümüze düştüğü gibi yapalım da varsın başımız ağrımasın.

40 tane apart sahibi ve otel yöneticisiyle konuştum. Amma da kafa açıyolar arkadaş. İşin ilginç yanı hepsi en iyisinin kendisi olduğunu savunuyor. Lanet insancıl dilim de kıramıyo hiçbirini, bakalım hangi şanslı daire veya oda bu destansı aşka ev sahipliği yapacak?

Haydaaa her şey yolunda giderken bi de telefonumuza gelen istanbulkart SMS’i canımızı sıkıyor. Adamlar resmen dalga geçiyor. Sen zaten sadece 13-16 arası dışarı çıkabiliyorsun onda da toplu ulaşımı engelliyorum sana diyor. Neyse bir şekilde halledicez. Neyi halletmedik ki? Güzelimi vapur sefasından mahrum bırakır mıyım hiç, halledicez bakalım; ama nasıl?

Hallettim neyse ki. Can dostum Yasin’e bir telefon açmam yeterli oldu. İnsanların hemen ulaşabilecekleri dostları olması ne güzel bir şey. İhtiyacın olduğunda ulaşabilmem ne güzel. Bi de dost görünümlüler var işi düşünce sana koşan, müsait oldukça ancak yazan, zaman yaratmak yerine boş zamanını ayıran... ama onlardan bahsetmeyeceğim, bugün konu sevdiceğim geliyooooo. Bakalım yarın nasıl ilerleyecek olaylar.

Hadi bakalım macera başlıyor. Bu sabah erkenden kalktım. Onlarca alarm kurmuştum 2’şer dakika arayla ama hiçbirine ihtiyaç duymadan heyecanım beni erkenden uyandırdı zaten. Dünden duşumu alıp çantamı hazırladığımdan, zaten iç ferahlığıyla uyandım; kahvaltı yapıp çıkmam yeterliydi. Hemen kırtasiyeye koştum Başak için öğrenci belgesi çıkartmaya. Çayı da demlemiş, altını da açık bırakmıştım 18 dakikada dönerim diye ama nafile, dönemedim. Çünkü daha hiçbiri açmamıştı. Ben de İstikbal’e girdim bi umut. Oradaki beyefendiye durumu anlattım o da anlayışla karşıladı ve çıktıyı hemen veriverdi bana. Ama tabiki ondan önce 2 emlakçı, 1 market ve 1 de sigortacıya sordum ama hepsinin yazıcılarını kullandırmamak için bir bahanesi vardı. Fazlasıyla erken uyandığım için sigaramı yakıp sallana sallana döndüm eve. Bi taraftan da Başak’ın heyecanını yönetmeye çalışıyordum. Şapşal şey taksiyi ayarlayamamış, ankarakartını unutmuş. Dakika 1 gol 1 dedim, Dakika 1 gol 2 dedi. Güldük, kapattık. Başarabileceğini bildiğim için heyecanını doya doya yaşasın istedim. Telaş iyidir, sağlıklı karar verdirmese de başarıya ulaştırır daima. Eve döndüm. Su kaynaya kaynaya tükenmişti neredeyse. Hızlı bir kahvaltı yapıp, son hazırlıklarımı da tamamlayıp kendimi dışarı attım. Otobüse bindim. Adam metrobüse gittiğini ama Avcılar’a kadar gitmediğini söyledi. Ben de umursamayıp bindim. 34AS ler vardı önceden şimdi onlar da değişmiş. Avcılardan kalkıp Söğütlüçeşmeye giderlerdi. 34BZ ler vardı bir de Beylikdüzü’nden kalıp Zincirlikuyu’ya kadar giden. Ben de adamın dediğini o yüzden umursamadım, BZ’lere binip AS’ye aktarma yaparım diye. Ama metrobüs durağının gerisinde indirdi, yürümek zorunda kaldım. Normalde şikayet ederdim ama heyecanımın içime doldurduğu tatlış hisler bugün kimsenin hayatını kötü etkilememem konsunda beni uyarıyordu, o adamın yaptığı ne kadar yanlış da olsa. Neyse ki İmamoğlu abimiz hayatımızı kolaylaştıran bir yenilik daha sunmuş. Beylikdüzü’nden bindiğim metrobüsle hiç aktarma yapmadan Söğütlüçeşme’ye kadar gittim. Bir de metrobüs araçlarının üzerinde sadece gittiği yöndeki son durağın ismi yazıyordu, kodlarla falan uğraştırmıyor yani, büyük kolaylık. Bindim metrobüse. Metrobüs ilerlerken Başak ile yazışıyordum. Metrobüsün her durağında da Netflix’in yeni Türk dizisi 50m2’nin posterlerini görüyordum. Adam öyle bi bakış atmış ki her durakta detaylıca inceleyip aynı bakışı atmaya çalıştım ama beceremedim. Mutlaka izlerim o diziyi, ne de olsa şanslı ki bizim muazzam günümüze dahil oldu.

Söğütlüçeşme’ye vardım. Metrobüsten iner inmez YHT girişine koştum. Her şeyi öğrenmeliydim. Görevliden gerekli bilgileri aldım ve hemen not ettiğim apartları teker teker gezmek için yola koyuldum. Hepsini gezdim neredeyse, bi taraftan da sevdiceğimle karşılıklı bilgilendirmeler yapıyorduk. Hatta dairenin birinde televizyon odaklıydım diye baya da güldük. Artık sadece rıhtımdaki yerler kalmıştı. Daha önce aradığım bir otelin kapısına vardım, burası son yerimdi. 2 tane odası vardı. Ucuz olduğu için alt kattakine indirdi beni. Hiç umutlu değildim. Oda nispeten genişti fakat bodrum katta olmak hiç iyi hissettirmiyordu bana. Sonra üst kata çıkarttılar beni, oradaki 7 numaralı odaya. O da o kadar sevimliydi ki kendimi alamadım. Bir de üstüne hotel sahipleri fazlasıyla ilgili olup hotel de bi de sahile yakın olunca bayıldım. Hemen sevdiceğimi haber ettim, çok beğendimi söyledim. Güzelim parayı düşünüyordu ve 100 liralık yere kafası takılmıştı. Canım benim beni hep düşünüyor. Buranın bir diğer avantajı ise eşyalarımızı bırakıp hemen gezimize başlayabilirdik, diğerlerinde 5’ten önce bizi içeri almıyorlardı.

Hotelden çıktım. Sevgilim neredeyse gelmişti. Bana Bostancı’da olduğunu söyledi. Büyük şaşkınlıkla koşa koşa YHT garına ulaştım. Telefonumu çıkardım ve merdivenlerden inen insanları videoya almaya başladım. Her kadın ayağı gördüğümde ayrı ayrı heyecanlanıp sonra da sönüyordum. Hala inanamıyordum onun şehrime geldiğine. Bu muazzam şehri ilk defa ve benim rehberliğimde gezeceğine hala inanamıyordum. Sonra inen merdivenlerden ayaklarını gördüm. Bu anların hepsini saniye saniye kameraya kaydederken o da beni gördü ve önündeki insanları atlatıp koşa koşa bana geldi.

Sarıldık,sarıldık,sarıldık... Hala sarılmaya devam ediyorduk. O an hayatımın aşkı kollarımdaydı fakat hala her şey rüya gibiydi. İnanamıyordum, gelmişti ve şimdi de kollarımdaydı. Kokusunu doya doya içime çektim, saçlarına dolandım, belini sardım. Sımsıkı sarıldık birkaç dakika boyunca. Sadece kalplerimizin sesini dinledik. Onlar bizim dillerimizin acziyeti yanında fazlasıyla konuşuyorlardı zaten. Haftalardır birbiriyle atmayan iki kalp tamamlanmıştı sonunda. Umarsızca sarılmaya devam ettik, insanlar hızla geçip gidiyordu bizse sarılmaya devam ettik. Elinden tutup dışarı çıkardım. Yüzünü avcumun içine aldım, doya doya baktım o yemyeşil aşkla bakan ışıldak gözlerine. Güneşten daha güzel parlayan gözleri beni bir kez daha büyülemişti. Bir süre daha hülyadan kendimizi alamadık. Yavaşça maskesini indirip dudağına bir buse kondurdum. Hemen de gözlerini kapatıyor güzelim dudağım dudağına değince, öyle tarifsiz bir güzelliği var ki anlatamam sana; sevgili hiç okumayacak okuyucum.

Elimi tuttu. Sanki birbirimizin sesini aylardır duymamışız gibi el ele yürürken konuşmaya kıyamıyorduk, dinlemek önceliğimizdi hep. Heyecanımız hala doruktaydı. Sürekli birbirimizin lafını kesip ikimiz de bir diğerimiz konuşsun diye susuyorduk sonra. Bense sadece bana odaklanmasın da her sokağın bir parçasını alsın belleğine diye, yürürken gördüğüm her şeyi tarif ederek, bende bıraktığı hatıralarla anlatıyordum ona. Ama o sadece benimle ilgileniyordu. Her tavrı ile beni ne kadar sevdiğini anlatıyordu bana. Biraz daha ilerkerken bir bakkalın önünde elma şekeri gördü ve “aa elma şekeri” dedi. Ben de uzun zamandır yememiştim. 2 tanesini elime alıp ödeme yapmak için içeri girdim. Arkamdan seslendi:”Pahalıysa alma bitanem”. Gel de aşık olma işte. Takı dükkanına girdik sonra. O küpelere bakarken ben de erkek küpelerine bakıyordum. İlgili kadın bir an benden uzaklaşınca beğendiğim bir küpeyi cebime attım ve sevgilimin yanına gittim. O da hiçbi şeyi beğenmedi dükkandaki, çıktık oradan. Sonra sahile indik. Güzeller güzelim Kadıköy’ün sahilinin güzelliğiyle büyülenmişti. Bense ondan gözlerimi alamıyordum. Yavaşça yürümeye devam ettik. Hotelin kapısından içeri girdik. Girer girmez odamıza duş başlığının bozulması nedeniyle yerleşemedik. Hotel sahibi mağduriyetimizi gidermek adına bizi başka bir aparta götürdü. Oranın yöneticisiyle konuştu, fiyat konusunda anlaştı. Bizi oraya bırakıp gitti. Apart yöneticisi bizi en güzel dairesine yönlendirdi, teras dairesine. Merdivenlerden çıkarken sevgilimin bacaklarının arasını kalçasını elimle okşuyordum. Her katın başında ise birer şaplak. Artık daha fazla dayanamadığımı bu hareketlerle belli ediyordum. Lanet olsun ki kravat getirmeyi unutmuştum. Daha önce kararlaştırdığımız fantazimizi deneyemeyecektik. O da benim kravatı unutmama çok şaşırdı. Denemeyi benim ondan fazla istediğimi düşünüyordu. Ona böyle sex meraklısı bir izlenim vermek istemezdim. Gerçekten bazen kendini bu konuda avantajlı hissettiğini ve beni bu konuda yönlendirebileceğini düşündüğünü hissediyorum. Halbuki benim sex konusundaki tek ilgim bunu onunla yapmak isteğimdi. Odaya girdik. Karanlıktı. Terasa çıktık. Ben terastan gördüğümüz manzaraya bayılmıştım. Oda biraz salaş haldeydi. Sevdiceğim beğenmedi temizlik şüpheleriyle. Benim içinse terasın güzelliği odanın bütün salaşlığını gölgede bırakıyordu. Adama durumu anlattık, nispeten daha temiz ama manzarasız diğer dairesine götürdü. O odadaki yatağın başlığına dikkat etmiş, kravat fantazimiz için uygunmuş. Bunu sonradan öğrendim. Ama bu oda terastaki dairenin yanında çok sönük kalıyordu. Ben de bu aksiliğin bizim için büyük bir şans olduğunu ona anlatarak teras dairesine ikna ettim, günün sonunda bu tercihimizden ikimiz de memnun olacaktık.

 

 

Çantalarımızı ve montlarımızı koltuğun üstüne bıraktık. Birbirimizin gözlerine baktık ve daha fazla dayanamayıp şehvetle öpüşmeye başladık. Kendimizi yatakta bulduk. Doya doya dudaklarını öpüyordum, yanaklarını, burnunu, boynunu... Bir taraftan da incecik kazağının üzerinden memelerini okşuyordum. Özlediğim şehvetli nefes alış-verişlerini duymaya başladım. Memelerini sıkmamdan fazlasıyla zevk alıyordu ve henüz daha soyunmamıştık bile. Önce kazağını çıkardım. Atletinin üzerinden memelerini okşarken dudaklarını yercesine öpüyordum. Onu öperken ona doyamayacağımı her an hatırlıyordum. Öpmeye devam ettim bal dudaklarından. İkimizde haftalardır yokluğunda kaldığımız şehvetin doruklarındaydık. Önce atletini sonra da pantolunun çıkardım. O da benim atletimi çıkardı. Vücutlarımız birbirimizden bağımsız dans ediyordu adeta. Dudaklarını öptüm, bir kez daha ve bir kez daha. Pantolunumu çıkardım. Artık sadece iç çamaşırlarımız vardı üzerimizde. Penisimle küloduna baskı yapıyordum. Şehvetle ah sesleri çıkarıyordu. Üstüme çıktı. Sütyenini açtım ve yumuşacık memelerini çıplak ellerimle sıktım. Ucunu emdim. İyice kendinden geçiyordu. Tekrar altıma geçti. Külodunu çıkardım ve kendiminkini de. Dudaklarından sonra boynuna minik öpücükler kondura kondura göğsüne indim. Özlemle memelerini emmeye başladım. Birini dudaklarımla emerken diğerini elimle sıkıyordum. Uçları dikleşmişti. İkimiz de iyice azmıştık. Memelerinden göbeğine indim. Kasıklarına minik minik öpücükler kondurdum. Şehvet içinde yüzüyorduk. Hiç beklemediği bir anda vajinasını aşağıdan yukarıya tek seferde yaladım. İnledi. Bir kez daha yaladım ve inlemeleri eşliğinde vajinasını emmeye devam ettim. Kendinden geçmişti artık. Zevk sularında yüzüyordu. Tekrar dudaklarına döndüm. Çıplak penisimi çıplak vajinasına sürttüm. Zevkten kuduruyordu. Arkasını dönüp yüzüstü uzandı yatağa. Penisimi ve vajinasını ıslatıp bacaklarının arasına girdim. Haftalar sonra tekrar üstündeydim. Penisimle girip çıkıyordum. Haz içinde yanaklarını ve dudaklarını şehvetle öptüm. Yüzünü yaladım. Daha hızlı, daha sert devam ettim. Girip çıkıyordum ve zevk içinde kendimizden geçiyorduk. Boşaldım. Penisimi çıkarıp spermlerimi temizledik. Her seferinde yataktan kalkıp bir yerlerden peçete bulup getiriyor bana. Sırf şu inceliğini bile sayfalara dökebilirim, o kadar naif bi insan ki tekrar tekrar aşık olmamak mümkün değil.

Giyindik. Terasımızda güneşin alçalışı eşliğinde harika fotoğraflar çekindik. Güneş ise yanımdaki güzelliğe olan kıskancından bir an önce batmak için acele ediyordu. Aşağıya indik. Acıkmıştık. Burger mi yiyelim acaba diye konuşurken solumuzda bir dönerci gördük. İçeri girip önce fiyatını öğrendik. Paramız kısıtlı olduğu için bunları düşünmek zorunda kalıyorduk. Adam içecek ister misiniz diye sordu. Kulağıma “içecekleri marketten alırız” dedi usulca ve sonrasında adama da “hayır istemiyoruz” dedi. Bunu bile düşünmüştü. Ben siparişi beklerken hemen yanımızdaki markete girdi. Ben de sigaramı yaktım ve siparişlerin pişmesini bekliyordum. Tam marketten çıkarken su almasını rica ettim, “hemen” dedi. “Hemen” demesi bile o kadar hoşuma gitti ki. Ayranları elinden aldım, tekrar içeri döndü. Bu sırada siparişimiz hazırlanıyordu. Sarılıp bekledik. Adam seslendi, dürümlerimizi alıp vapur iskelesine doğru yürüdük. O kadar güzeldi ki yanımdaki sevgilim, yürüyen herkesi bir saniye durdurup teker teker aşkımı anlatmak istedim herkese. İskeleye geldik. Arkadaşımdan ödünç aldığım kartı o bastı arkasından da çaktırmayalım diye hızlıca ben bastım. Vapurun gelmesine henüz 10 dakika vardı.

Bir banka oturduk. Önce sarıldık ve tekrar öpüşmeye başladık. Ben çok acıkmıştım. O ise dürümünü vapurda yemek istiyordu. Yoldayken kendi için hazırladığı sandviçten bana da sakladığı için açlığımı biraz yatıştırmıştım. Güya ben onu yemekle karşılayacaktım ama o benden çok çok daha düşünceli. Yine de dayanamayıp dürümümün birazını yedim birazını da vapura sakladım. O da ucundan biraz koparıp tadına baktı. Daha fazlasını vapura saklamıştı bense neredeyse bitirmiştim kendiminkini. “Vapurda benimle paylaşırsın, dimi” diye sordum. Sessizce bana baktı canına yandığım. Yemek yemeyi hele de tatlı yemeyi öyle seviyor ki “evet” demeden önce iki kere düşündü. Birini ne kadar severse sevsin, yemek paylaşırken zorluk çekiyor ağzını yediğim :D Saatin yaklaşmasıyla birlikte vapur da sahile yaklaşmıştı. Hava hala çok güzeldi. İçeride şehvetle sevişmemiz çok sürmemiş olacak ki güneş hala gökyüzünü aydınlatmaya devam ediyordu. Vapurla gelen yelen yolcular tek tek inerken ben onun belini sarmış sessizce kapının açılmasını bekliyordum. Vapurdan inenler azalınca kapı açılınca nereye gideceğimizi vurgulayarak söyledim ona: “önce sağa, sonra yukarı!”

 

Dediğim yolu birlikte takip ettik ve hızlı adımlarla kendimizi vapurun birinci katının balkonunda bulduk. Ummadığım kadar sakindi vapur, neredeyse kimsenin binmediğini sanmıştım. İstanbul’un turistik saatleri neredeyse bittiği için sadece ihtiyacı olanların kullandığını düşünüyordum. Vapura binenlerin çoğu içeride kalmayı tercih etti. Oysaki hava hiç de soğuk değildi ve üşümüyorduk. Bunun böyle olmayacağını vapur hareket edince öğrenecektik. Balkonun korkuluklarına yasladı yumuşak poposunu, saçlarını denize savurdu. Deniz kızları ise kraliçelerinin karaya çıktığını görüp imrenerek su altından onu seyrediyorlardı ama o bunun farkında değildi. Bir martı yaklaştı ona usulca. Belki aşkını itiraf edecekti kulaklarına. Onu gören her varlık ona aşık olurdu, görsem şaşırmazdım. Beni de görmüş olacak ki fazla yaklaşamadı. Sonuçta sevgilisini de bir kuştan esirgeyecek bir anka kuşu vardı hemen yanında. Bir direğin üzerine kondu martı, sessizce bizi seyretti. Bizimkinin heyecanı doruklarındaydı, cebinden telefonunu çıkarıp fotoğrafını çekmemi rica etti. Tam deklanşöre basacaktım ki martı kanatlanıverdi. Aşık olduğu kadının onu bir görsel öge olarak kullanmasına minicik yüreği daha fazla dayanamamıştı belli ki. Gökyüzüne bıraktı kendini. Vapurun motorları çalışmaya başladı. Sular köpük köpük oldu, evet hareket ediyorduk. Yavaşça karadan uzaklaştırdı bizi vapur. Birazdan İstanbul boğazının eşsiz manzarasını en sevdiğim kadınla seyredecektim. Başta Haydarpaşa garına parelel ilerledi vapur. Bu sırada ben de güneş ışığını doğru tutturup eşsiz iki güzelliği aynı kareye sığdıran fotoğrafları yakalamaya çalışıyordum. Güneş de öyle çok kıskanmış olacak ki en koyu ışınlarını yansıtıyordu ona. Bu bile sevgilimin güzelliğinden hiçbir şey eksiltmedi. O nasılsa kendi ışığını yayıyordu, o varken kim neylesin güneşi.

Üşümeye başladık. İçeri geçmeye niyetimiz yoktu ama. Ben kendi eşsiz manzaramı haftalarca “camın arkasından” seyretmiştim zaten onun da aynı şeyi yaşamasını istemedim. Hem Camın Arkasında 2 şarkısının gelmesinin de lüzumu yoktu, olmasındı. Birkaç fotoğraf da birlikte çekindik ve bir de video. Şarkı söyledik birlikte. Ben de bir sigara yaktım. Vapurda sigara içmek yasaktır. Ama etrafta kimsecikler yoktu. Ben de bu deniz ve aşk sefasının tadını çıkarmak ve bunu bir sigara yakarak kutlamak istedim. Dürümünü yemek istedi. Ayranın birini açıp bana uzattı. Hep yaptığı gibi önceliği ben olmuştum. Tıpkı ilk benim elime dezenfektan sıktığı gibi. Ama ben onun ayranı açış şeklini beğenmediğim için kendi ayranımı kendim açmıştım. Ne gerek vardı ki üstündeki folyoyu yarısına kadar sıyırmanın. Neyse, iyi ki o ayranı o içti. Sürekli burnuna ayran bulaştırıyordu. Ben de elimle temizlerken onun burnuna dokunuyordum. Her yeri yumuşacıktı. Fırsat bulup bir kez daha öptüm. Uzun ve genişçe bir geminin ardından bir anlığına Kız Kulesi’ni gördüm ve hemen ona da gösterdim ama yetişemedi, gemi tekrar önünü kapattı. Biraz sonra tekrar göründü kule. Bu kez parmağımla işaret ettim. Şaşkınlığını görmeliydin dostum. Ben de şıpsevdi miyim neyim, her jestine mimiğine aşık oluveriyorum. Usulca yumuşacık yanağından bir kez daha öptüm. Bir süre daha seyretti Kız Kulesi’ni. Ben diğer taraftaki manzarayı yani Sarayburnu’nu da görmesini çok istediğim için elini tutup vapurun diğer cephesine götürdüm. Bu tarafta rüzgar daha şiddetli esiyordu, daha çok üşüdük. Biraz da orayı seyredip eski yerimize geri döndük. Dürümünü uzattı bana koparmadan. Isırdım ve ona baktım. Hiç şüphe etmeden o da ısırdı. Bunu asla yapmazdı. Aynı çatalla bal bile süremezdik. Evet evet görmeyeli fazlasıyla değişmişti, benim hoşuma giden birçok farklılık yansıtmıştı bana hem de birkaç saat içinde. Daha bi cesur, daha bi cüretkar, daha bi davetkar, daha bi kadın, daha bi benim olmuştu. Vapur Karaköy iskelesine yaklaştı. Rotamızı tam tersi yönde çevirip “başlangıçta Galata Kulesi’ni görmek ister misin?” diye sordum. Hemen düşündü ve kabul etti. Vapur tekrar hareket etmeden aceleyle indik ve karaya ayak bastık. Belki hala farkında değil ama hayatında ilk defa kıta değiştirmişti. Artık Avrupa kıtasının toprağını çiğniyordu.

İskeleden uzaklaşıp elimle Eminönü iskelesini gösterdim ve Galata Köprüsü’nü ve altındaki balık restaurantlarını. Birlikte el ele Galata Kulesi’nin yolunu tuttuk. Karaköy eski ve mimari yapısı muhteşem binalarıyla bu iki aşığı hürmetle ve hasretle selamlıyordu. E onlar napsınlar, Justinian ve Theodora’dan beri böyle büyük bir aşka şahit olmamışlardı. İşin ilginç yanı ise Justinian da annesi yüzünden Theodora’sına kavuşamıyordu... Bir otobüs durağının panosunda yine o dizinin posterini gördük. Bu kez de ona bahsettim, yolda gelirken bu posterleri sık sık gördüğümden. Adamın adını şıp diye söyleyiverdi: Engin Öztürk. E adam yakışıklı ve karizmatik, belli ki iyi de oyuncu. Tabiki adını bilecek. Hafif bi kıskanmadığımı söyleyemem. Onu bir film yıldızından kıskanmam ne kadar doğru bilmiyorum ama onu kimseyle hayali olarak bile paylaşmak istemiyordum. Karşıya geçip kulenin yokuşunun başladığı yere geldik. Ufak bi büfe vardı, ucuz fiyata döner alıp Galata’ya çıkardık. Onu anlattım. Yokuşun yolunu tuttuk. İlk önceliğim hep acele etmemekti. Eve dönüp tekrar üstünde olmayı çok fena arzuluyordum ama bu güzellikleri adım adım görmeliydik birlikte. Hem o Anıtkabir’e beni koşa koşa götürmüştü, hatta bu aceleyle pantolonumu da yırtmıştım. Düşünüyorum da o gün omzuna elimi koyarken çekindiğim bu kızın şimdi memelerini emip dudağını ısırıyorum. Hayat gerçekten de sürprizlerle dolu.

Yokuş üzerinde kıyafet dükkanı ilgimi çekti. Vaktimizin bol olduğunu isterse içeri girebileceğini söyledim. İçeri girip biraz bakındı. Ben de sigara yakmaya yer arıyormuşum meğer yaktım bir tane daha. Onun yokluğunda biraz daha arttırmıştım sigara sayısını; o geldi ama, gideceğini bildiğim için o varken bile eksiltemedim sayısını. Dükkandan çıktı. Sol tarafımdaki sokağı gösterdim, daha önceden burada bir genelev olduğunu söyledim. Biraz fazla detay verince ürkmüş olacak ki bakışı değişti. Ama bana güveni öyle tam ki oraya uğradığımı aklına bile getirmemiştir. Yürümeye devam ederken başını sola çevirmesini istedim, birazdan bütün görkemiyle Galata Kulesi onun gözleri ve güzelliği önünde saygı duruşuna geçecekti, geçti de. O şaşkın bakışlarını görmek için tekrar o yemyeşil gözlerine baktım. Belki yine farkında değildi ama her şaşırdığında onu öpüyordum. Kulenin tepesine baktım ve insanları gördüm. Tepeye çıkabileceğimizi fark edip sevgilime söyledim. Yürüdük biraz daha, kulenin dibine vardık. Bir anda bir kutlama havasına şahit olduk. Adamın biri bir organizasyon şirketiyle anlaşıp sevdiği kadına evlilik teklifi ediyordu. Müzik çalıyor, konfetiler patlıyordu ve etrafta profesyonel kameralarıyla fotoğraf çeken adamlar vardı. O kalabalık arasında bir çiçekçi ısrarla bana çiçek satmaya çalışıyordu. Kafalarındaki düşünceyi adım gibi bildiğim için uzak durdum ve kafa sallayarak reddettim. O sırada teklif almış kadın arkadaşlarından ayrılarak sanki hiç sürprize uğramamış durgunluğuyla yavaşça diz çöken adama doğru ilerledi. Kadının gözlerinden heyecansızlığı ve durağanlığı fazlasıyla belli oluyordu. Daha fazla yorum yapabilirim mimikleri hakkında ama lüzumu yok. Sonucunda hepimiz alkışlarla bu kutlu anlarını tebrik ettik. Galata Kulesi’nin merdivenlerine çıktık ve güvenliğe giriş fiyatını sorduk. Adam 30 lira olduğunu söyledi. Hatta acele etmememizi ve birazdan bilet satışının kapanacağını da söyledi. Benimkinin gözlerine baktım. Cancağzım yine maddi rahatımızı anlık zevkimize tercih ederek çıkmak istemediğini söyledi. Biraz daha bekledik girişte, bir grup daha geldi ve fiyat sordu. Onlar da öğrenci olduğunu belirtti ve biz gibi reddedildiler. Sonra 2 turist geldi. Adam da onlara İngilizce bir şeyler geveledi ve eliyle yaptığı hareketle bilet şatışının durduğunu anlatmaya çalıştı. Sesini yükselterek: “kılozt kılozt” dedi turistlere. Bu bizim vatandaşların sesini yükselterek yahut bağırarak kendilerini anlaşılabilir kılacaklarını düşünmelerine hiçbir zaman anlam veremeyeceğim.

Arka tarafa doğru merdivenlerden indik, kulenin etrafında turladıktan sonra duvarının kenarındaki hafif çıkıntının üzerine oturduk. Elimle sardım onu. Gözlerime baktı ve insanları umursamadan beni öptü dudağımdan. Öpüşmeye başladık. Etrafımızda onlarca insan vardı ama biz onlar yokmuşçasına öpüşmeye devam ettik. Aşk dediğin belki bunun gibi birkaç andan ibaretti. Dudaklarımız bir an için ayrıldığında “keşke zaman dursa” dedi. İçimden gele gele, aşkımın bütün yoğunluğuyla “keşke” dedim ve ekledim: “seni çok seviyorum”. Birbirimizin omuzlarını ve belini okşarken bi süre daha hiçbir şey düşünmeden öpüşmeye devam ettik. Bu ana son veremeyeceğimizi ikimizde fark edip kalkıp geri dönmeye koyulduk. Bir hediye dükkanı dikkatimizi çekti. 1 liraya bileklikler vardı. Buraya kadar gelip hiçbir şey almamak olmazdı. İçeri girdik. Bahsettiğim bileklikler arasından mor ve kırmızı olanları aradık, moru bulamadık, sonunda mor boncukları da olan iki tane kırmızı bilekliği seçtik. Ben de bu sırada iki ayrı kuru kafalı bilekliği de kamulaştırmıştım. Tesettürlü bir kadının bunu fark ettiğini düşündüm. Sevgilim de bu sırada Galata Kulesi’nin ufak bir biblosunu beğendi. İkisini de alıp içeri geçerken arkamdan yine “pahalıysa alma” diye seslendi. Bu kez ilki kadar etkili olmamıştı ama. Pahalı olduğunu düşünüyorsan neden beğendiğini söylüyorsun değil mi :D Belli ki istiyorsun onu, bitanemin istediğini fark edip bibloyu da alıp içeri geçtim. O tesettürlü kadın da beni seyrediyordu. Suçüstü yakalandım korkusuyla ödeme yapmadan tekrar sevgilimin yanına geldim. Bi taraftan ona fiyatı söylerken bir taraftan da o kadını süzüyordum. Kadın fark etmemiş beni, nedensizce süzüyormuş, boşuna endişelenmişim. İçeri girip bibloyu hediye paketi yaptırıp çıktım ve birtaneme verdim. Eve götürebileceği İstanbul’u hatırlatan bir hatırası olmasına sevinmiştim. Aşağı doğru inerken Şok marketin olduğunu fark ettik. O sırada telefonu çaldı, ikizi arıyordu. Benim saf sevgilim dışarıda insanların gürültüsü varken evde yemek yaptığımızı söyledi ikizine, umarız inanmıştır. Çünkü İstanbul’a geldiğini ondan bile saklamak zorunda kalmıştı. Büyük cesaret!

Dükkanlardan birini girip marketin girişinin nereden olduğunu sordu ve bana liderlik etti. Markete girdik. İstediği çikolataları söyledi bana, ben de gerekli yöntemlere onları elde ettim. İçeriden sadece bir şişe ve bir kutu kolaya para ödeyip çıktık. Şişeyi çantasına yerleştirdi ben de o sıradan kolamın eşliğinde kapının önünde bir sigara yaktım. Hem susuzluğumu hem de sigara bağımlılığımı dindirmiştim. Aşağıya doğru yürüdük biraz ama geldiğimiz yoldan dönmediğimiz fark ettik. Hiç riske atmamak için tekrar o yola dönerken sinsi çiçekçi tekrar peydah oluverdi. Israrla elindeki gülü satmaya çalışırken ben de ısrarla reddiyordum. Fiyatta epeyce düştü, hatta bir ara ağzından “3 lira” bile çıktı. Ben de onu duyunca hemen cüzdanı çıkardım. 3 liraya da alınırdı o güzelim çiçek yani. Göz ucuyla bizimkine baktım, sessizce bizim pazarlık kapışmamızı seyrediyordu. O an kafamdan kaynar su dökülmüş gibi hissettim, meğer o da istiyormuş o gülü. Bilmiyordum. Gülün fiyatı falan elbette önemli değil mevzu onun mutluluğuysa. Ama benim asıl amacım bu sinsarların fırsatçılığına kurban gitmemek. Benim almamak için direndiğimi seyretmesi hiç hoşuma gitmemişti. Bir şeyler geveleyip anlatmaya çalıştım ama beceremedim. Hatta gülü sevmemin nedeninin peygamberi andırdığı yalanını falan söyledim. Oysaki ona gönderdiğim mini çelenk güllerle bezenmişti, gül sevilmez mi hiç! Üzülmüştüm işte sadece, kendimi düşürdüğüm bu durumdan. Çakal adam almaya niyetlendiğimi görünce son söylediği fiyattan da caymıştı. Daha fazla uzatmamak için parasını ödeyip gülü aldım adamın elinden. Sevgilime uzattım. Daha önce hiç, bir kadına çiçek almadığım için öylece eline tutuşturmuştum gülü. “Al bakalım” der gibi. Bir kez daha ne kadar öküzleştiğim dank etti kafama ama nafile. Yokuş aşağı sahile doğru indik. Bizimki gülü sevmiş olacak ki ara ara kokluyordu. Öküzlüğümü bile unutuvermişti.

 İETT genel merkezinin önünde 3 hiphop sanatçısı sokak sanatlarını icra etmeye çalışıyorlardı. Bir süre onları seyrettik ve kendimizi Eminönü’ne geçmek üzere Galata Köprüsü’nün üzerine attık. Boğaz köprüsünün ışıkları görünüyordu. Galata Köprüsü’nün yarısına kadar balık tutmaya çalışan insanları seyredip onların dedikodusunu yaparak yürüdük. Gözüne çengel takılan biri varmış, bu yüzden sağıma aldım onu. Takılacaksa bana takılsın dercesine. Ama diyemedim işte. Merdivenlerden aşağıya indik. Denize uzanan beşeri bir burundan Boğaz Köprüsü’nün ışıklarını seyrettik, birkaç fotoğrafını çektim. Karşımızda muazzam bir gümüşservi manzarası bize eşlik ediyordu. Birkaç fotoğraf da birlikte çekindik. Telefonu bıraktık ve öpüşmeye başladık. Bu kez etrafımızda kimsecikler yoktu. Bir ara muhafazakar görünümlü bir çift geldi ve geri gitti. Biz de hiç istifimizi bozmadan doya doya öpüştük ve yolun geri kalanını köprünün altından yürümeye başladık. Susmayı teklif ettim, sadece İstanbul’ u dinlemeyi. Köprünün sonuna kadar böyle yürüdük. Sonunda durduk ve bir kez daha öpüştük bu kez arkamızdan bir aile yaklaşıyordu bize, kısa kestik. Önümüzde köprünün altından geçen kısa bir tünel vardı. Orada lavabolar vardı, kullanmak istedim. Çantayı sevgilime verdim. Beni dışarıda beklerken yanına ufaklıklar yanaşmış, çantadan para çıkarana kadar epey bi uğraşmış onu anlattı bana çıkınca. Daha öncede bu çocuklardan biriyle Ankara’da karşılaşıp talihsiz bir an yaşamıştık. Belki de bana bunu anlatmasının sebebi kendi vicdanını rahatlatmak ve o çocuklara aslında her zaman muzip şakacı olarak yaklaşmadığını bana kanıtlamaktı, hiçbir zaman bilemiycem. Gülümsedim. Cebimde çikolatalar vardı kamulaştırdığımız, hiç düşünmeden onun seçtiği iki çikolatayı çocuklardan birine verdik. Öncesinde bana iki tane vermemi sıkı sıkı tembihlemişti, “belki arkadaşıyla paylaşır”.

Tramvaya binmek üzere altgeçide yöneldik. Burayı daha önce su bastığını söyledim, hatırladığını söyledi. Merdivenlerden inerken Winx Club tablosu görmüş, bana gösterdi, güldük. Belki kızımızın duvarına asmak için yine uğrarız buraya dedim. Duydu mu, emin değilim. Dükkanlardan birinden kulaklık baktık ve almadan çıktık oradan. Tramvayın gidiş yönünü karıştırıp birilerine sorduk. Durağa çıktık, kartlarımızı okuttuk. Neyse ki aktarma parası almıştı. Demek ki Karaköy’de 2 saatten fazla vakit geçirmemişiz. Tramvaya bindik, durakları geçe geçe Sultanahmet durağına ulaştık. Tramvay’dan indik. Cebimden brownie’leri çıkardım. Yerken Sultanahmet Camii’nin meşhur banklarına doğru yürüdük. Etrafta polisler vardı, hiç çaktırmadan yürümeye devam ettik ve banklara ulaştık. Oturduk. Güzelliğin birkaç fotoğrafını çektim Sultanahmet Camii’ni arkasına alarak. Ağacın dibinde köpekler vardı, boğuşuyorlardı. Bizimkinin diğer sızlanmaya yer arayan kızların aksine köpeklerden ürkmek gibi bir huyu yok, yanından geçse bile. Hele hele sızlanma gibi bir huyu hiç yok. Bir keresinde Ankara’da aceleyle metroya yetişmeye çalışırken düşüp ayağını burkmuştu. Biraz dinlendikten sonra hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam ettik. Çok çok güçlü ve farklı bir kadın ama haberi yok :)

Ayasofya’nın önüne geldik. Önünde durup biraz seyrettik. Sonra birbirimize sarılıp kendi şarkılarımızı benim söylemem eşliğinde dans etmeye başladık. Galata Kulesi’nin oradaki kadar yoğun olmasa da yine yanımızdan yöremizden insanlar geçiyordu. Bizse şarkılarımızı söyledik ve döne döne dans ettik. Tarif edemeyeceğim kadar huzurlu ve hiç olmadığım kadar mutluydum. Aşkın buna dair olduğu bu nadir ânı da yine onunla yaşamıştım. Özel bir insan o, hayatımı bahşettiğim...

Ayasofya’yı seyredebileceğimiz bir banka oturduk. Şaşkın sevgilim gülünü oraya bıraktı. Saate baktık ve 20:35 vapuruna yetişmek üzere hızlı hızlı tramvaya yürüdük. Gülünü bankta unuttuğunu fark edip almaya koştu. Arkasından yürüdüm. Arada da dönüp kaybolduğunu sanmayayım diye bana el sallıyordu. Zıplaya zıplaya gidip geri döndü ve tramvaya yetiştik. İlk vagona oturduk. Omzuna başımı koymuştum. Saçlarımı okşuyordu. Beni her yerde her şekilde bir çocuk gibi mutlu etmeyi başarıyordu. Camın yansımasından o halimizin fotoğrafını çektik. Tramvay durdu ve koşa koşa iskeleye vardık. “Yetiştik mi?” diye sordum güvenliğe. Yetişmiştik hem de son anda. Vapurun kalkmasına daha 1 dakika vardı.

Vapura binip tekrar aynı yere çıktık. Hava iyice kararmıştı. Bu kez balkonda kimse yoktu. Sonrasında bir adam geldi. Ama onu da hiç umursamadık ve sarıldık. Koskoca İstanbul biz aşkımızı rahatça yaşayabilelim diye kalabalığından arınmıştı sanki. Hava öncesine göre daha az soğuktu, hatta hissetmiyorduk bile. Turumuz sonlanmak üzereydi. Vapur hareket etmeye başladı biz de öpüşmeye. Montunun iliklerini açtı, beyaz kazağının üzerinden memelerini okşarken dudaklarını öpüyordum. Sonrasında kazağının yakasının fermuarını da indirdi. Elimi içine soktum ve yumuşacık, sıcacık memelerine dokundum. Çıplak memelerini sıkıyordum. Daha fazla sıkmamı istedi, daha fazla sıktım. Dudaklarımı ağzının içine alırcasına öpüyordu. Yine o şehvetli nefes alış-verişlerini duymaya başladım. Artık apartımıza dönmeyi iple çekiyorduk. Bir müddet daha öyle gizli saklı sevişmeye devam ettik. Sonra Kız Kulesi’ni seyretmek için vapurun diğer cephesine geçtik. Dondurucu bir soğuk vardı, yerimize döndük. Vapur Kadıköy iskelesine ulaştı. Turumuz sonlanmıştı. Biraz da sahilde bir banka oturduk ve denizi seyrettik. Apartımıza dönmek üzere yola koyulduk. Erken vakitlerde cipsli özel soslu dürüm yediğimiz dükkan da dahil olmak üzere neredeyse her yer kapanmıştı. Kokoreççinin birinden açık bir yerin kartını aldık yemek sipariş edebilmek için. Aklımızda kalanlarla apartımızın bulunduğu sokağa döndük. Üçüncü denemenin sonunda doğru kapıyı bulabilmiştik. Yöneticiden kettle rica ettik ve yukarı çıktık. Odaya girip eşyalarımızı koltuğa attık. Hemen sevişmeye başladık. Tur bitene kadar ikimizin de sabrı taşmış olacak ki hiç olmadığımız kadar şehvetli yiyişiyorduk. Hemen kendimizi yatağa attık, soyunduk. Dudaklarını öpmeye başladım. Sütyeninin üzerinden memerini bütün azgınlığımla sıkıyordum. Ben sıktıkça o inliyordu. Dilimi ağzının içine soktum; dilini yaladım, dişlerinde sürdüm ve ağzının içinde gezdirdim. Müthiş haz duyuyordum. Üstüme çıktı, kucağıma aldım. Sütyenini çıkardım, memeleri göğsüme döküldü. Çıplak memelerini sıktım; ucunu ısırdım, yaladım. Anüsünü parmaklayıp vajinasını okşadım. Zevkten kendimizden geçmiştik. Kucağımda vajinasını penisime sürtüyordu. Tekrar altıma aldım. Bütün vücudumla üzerine uzandım. Yanaklarını, burnunu ve yüzünün geriye kalan her yerini yaladım. Boynunu öpmeye başladım. Yüzüyle birlikte vajinası da sırılsıklam olmuştu. Yüzük ve orta parmağımla vajinasını okşuyordum. Boynundan memelerine indim. Dişlerimle meme ucunu ısırıp ısırıp bırakıyordum. Bütün memesini ağzıma alıp doyasıya emiyordum. Vajinasını yalamaya başladım. Dakikalarca yaladım. Korkusuzca inliyordu. Dudaklarımla vajinasının dudaklarını tutup içime çekiyordum. Hazzın doruklarında kendinden geçmişti. Saçlarımdan tutup beni üzerine çekti. Dudaklarımı yutacakcasına öptü. Dillerimiz birbirini yaladı. Göğsüme göbeğime birer öpücük kondurup penisime baktı. Biraz daha bakmaya devam etti. Ben de tekrar üstüme gelmesi için çektim onu. “ O da hayır yapıcam” dedi. Biraz korkarak ve çekinerek penisimin başını ağzına aldı. Yavaşça ve hissizce yalamaya başladı. İstemediği bir şeyi yaptığını çok iyi hissediyordum. Birkaç kez dudağıyla ucuna kadar çekip bıraktıktan sonra devam etmemesi için kendime çektim. Hem de yanakları ağrımıştı, daha önce de olduğu gibi. Arkasını dönüp yüz üstü uzandı yatağa. Kalçasının arasına soktum penisimi. Girip çıkıyordum. Memelerini sıkıp yüzünü ve dudaklarını yalarken bana daha hızlı olmamı emrediyordu. “Seninim, devam et, daha hızlı, harikasın bebeğim...” Girip çıkmaya devam ederken parmaklarımı ağzına soktum. Boynunu kendime çektim ve dilimi ağzına sokup ağzının içini yaladım. Muhteşem bir tadı vardı. Altımda inlerken müstehcen cümleler fısıldıyordu kulağıma. Ben de “evet yapıyorum” diyordum. Dudaklarından daha fazla öpüp, memelerini daha fazla sıkıp, kalçasının arasına daha hızlı girip çıkıyordum. Penisimin ucu karıncalanıyordu. Spermlerim testislerimden penisimin ucuna doğru yükselerken inanılmaz haz alıyordum. Vajinası penisimi sarıp okşarken penisim daha da çok karıncalanmaya başlamıştı. Altımda inlerken ben de zevkten dört köşe olmuştum. Yükselen spermlerim bana inanılmaz haz vererek penisimin ucundan dışarı çıktılar. Bir kez daha onun üstündeyken boşalmıştım. Sırt üstü yatağın diğer tarafına uzandım. Bacaklarının arasından, vajinasının üstünden, elimden ve penisimden spermlerimi temizledik.

Hazzın yorgunluğu dindikten sonra sipariş vermek üzere internetten açık restaurantlara baktık. Ben biraz bakıp sıkıldım, bu görevi o devraldı. Teker teker birkaç yeri aradı. Bu sırada da fiyat konusundaki hassasiyetini yansıtmaya devam ediyordu. Benim fikirlerime göre siparişi onaylayıp iptal ediyordu. Hatta benim kararsızlıklarımı ve ani fikir değişikliklerimi bile telefondaki konuştuğu kişiye aktarıyordu. Çok hoşuma gitmişti. Zurna dürüm de kararlaşıp, siparişi verdik. Özgürlüğün Elli Tonunu açıp izlemeye koyulduk. Biraz sonra dayanamayıp tekrar sevişmeye başladık. Boşaldıktan belli bir süre içinde cinsel bütün arzularım sönük oluyor. Öpüşmeye bile yanaşamıyorum. O ise benden karşılık beklemeksizin dudaklarımı yemeye devam ediyordu. Sonrasında ben de şehvetle kaplandım tekrardan. Sevişmemizi yaşarken gün içinde kararlaştırdığımız için anal seksi deneyecektik. Arkasını bana dönüp kalçasının arasını iyice açtı. Anüsünün parmakladım bir süre orayı genişletmek için. Sonra penisimi ve anüsünü ıslatıp içine girmeye çalıştım. Düşündüğü gibi olmadı, beklediğinden fazla canı acıyordu. Penisimi anüsüne sokmaya çalışıyordum, başını sokmayı başardım ve üzerine eğildim. Bir an girip-çıktığımı hissettim. Ama daha fazla dayanamadı. Verdiği sözü o fazla acı nedeniyle tutamamıştı. Ben de geri çıkardım. Gözlerimin içine baktı ve “tekrar deneyelim” dedi. Bu kez daha başı bile girmeden yine canı acıdı. Yine olmamıştı. Boşalamadan ve haz duyamadan üstünden kalkıp yatağa uzandım. Kendimi bırakıp ona odaklandım ve vajinasını yalamaya başladım. Saçlarımla oynayıp, inleyerek “devam et” diyordu. Sürekli ve sürekli bunu söyledi: “devam et!” Ben de devam ettim, dakikalarca... Sonra durup ona baktım. Göz göze geldik. Özür diledi ve üstüne çekmek istedi. Tam bu sırada kapı çaldı. Üstümü giyinip kapıyı açtım. Siparişleri alıp ödemeyi yaptım ve yemek yemek için yatağa geçtik. Film oynarken dürümlerimizi yedik. Yarısını yiyemedi onu da ben yedim. Gerçekten bu da çok lezzetliydi. Omzuma uzandı ve saçlarıyla oynadım, biraz da memeleriyle. Filmin son 40 dakikasına kadar izleyip durdurduk. Ben terasa çıkıp bir sigara yaktım. Yanıma geldi. Dudaklarıma yapıştı. Sigaramı yarım attım ve içeriye geçtik. Yine aynı adımları izledik. Anüsü yıprandığı için bu kez anal seksi hiç denemedik. Arkasını dönmüştü ve kalçasının arasına girip çıkıyordum. Haz duymadığımdan boşalmak için kendimi zorlamam gerekti. Memelerini sıktım, yüzünü öpüp dudaklarını yaladım. Sonunda bitkinlikle son kez yatağa attım kendimi. Uyuyakaldım.

Sabah alarmlar çalmadan uyandık. Etrafı toparladık. Evden çıkmadan son kez seviştik ama bu kez memelerini sıkamadım, çok acıyorlarmış. Anahtarı teslim edip yola koyulduk. Planladığımızdan geç çıkmıştık evden, acele etmemiz gerekti. Boğa heykelinin oradan Söğütlüçeşme Camii’nin oraya kadar koştuk. Trenin hareket etmesine 5 dakika kalmıştı. Çantalarını elinden aldım ve önde hızlıca koşmaya başladı. Geriye kalan son gücümü sonuna kadar kullanarak azim sınırlarımı zorlayıp peşinden onunla beraber gara yetişmek için son sürat koştum. 1 dakika kala girişe ulaşmıştık. Benim Ankara’da yaşadığım telaşın aynısını o da yaşıyordu. Kimliğiyle biletini kabul ettirdi. Son kez sarılacak kadar vaktim var mı diye sordum güvenliğe ve cevabını beklemeden kısacık sarıldım ve dudağından ufacık öpüverdim. 19 saat önce tatlı telaşla indiği merdivenlerden aceleyle geri çıkıyordu. Dışarı çıktım. Beni aradı. Trene bindiğini öğrendikten sonra rahatladım. Bir duvar kenarına oturup bi süre bu rüyanın bittiğini kabullenmeye çalıştım. Susamıştım. Cebimde kalan son bozukluğa seyyar simitçiden bir su aldım. Metrobüse binmeden günümüzün güzelliklerini düşünerek bir sigara daha yaktım. Sonra da eve dönmek üzere 23 saat önce beni bu gara getiren metrobüse binip yol almaya başladım.

 

28-29/01/2021

BaşAl Günü

14 Ocak 2021 Perşembe

   240 gün olmuş dostum sana uğramayalı. Böylece ne kadar vefasız biri olduğumu da tescillemiş olduk. Bunu da yazayım buraya da asalım senin duvarlara. Hem benim duvarlara da asalım, nelerle süsleyeceğimi şaşırdım zaten; biraz da gerçeklik çarpsın yüzüme. Gerçi ben duvarlara konuşuyorum sen yokken ama neyse kimseyi iğnelemiyoruz bugün. Sabaha kadar buradayız sabaha kadar içicez.

   O kadar uzun zaman olmuş ki sana uğramayalı, artık sana nasıl hitap ettiğimi de unuttum. Bu cümleleri yazana kadar düşünmek istedim, sırf bu cümleye yetiştirmek için sana olan hitabımı ama; onu da beceremedim. Birkaç cümlemsi şeyler hatırlıyorum lakin (evet bu kelimeyi kendimi boşlukta süzülürken hissettiğim zaman kullanıyorum sadece) konuyu da iyice uzatmama rağmen hala bulamadım. Neyse, sana sadece içimi dökeceğim zaman geliyorum farkındayım. Yine uzun zaman sonra bi jazz müziği radyosu arka planda çalarken, sigaramı yeni söndürmüş, içimden acaba bir kahve mi pişirsem diye geçirirken basıyorum tuşlara. Hem uzun zaman sonra uğradığım için dinlemeye değer şeyler anlatmak istiyorum sana. Gerçi sen beni her koşulda dinliyorsun ve benim için hep buradasın. Keşke herkes senin gibi olsa. Keşke birileri bana gerçekten dinlendiğimi hissettirse. Ömrüm boyunca genel kültür bilgileri edinerek, türlü şaklabanlıklarla, jest-mimiklerle geliştirdiğim hitabet etkinliğimi birilerinde kullanmak zorunda olmasam da o kişi beni her koşulda dinlese. Birileri beni dinlese ya günlük. Biriniz dinleyin ulan beni!

   Dur ya! Sana günlük diye hitap etmiyodum ki ben. Sen sıradan biri değilsin ki benim gözümde, her sıradan insanın kağıttan dostuna hitap ettiği gibi hitap edemem ki sana. Hemen eski sayfaları karıştırıp sana nasıl hitap ettiğimi bulmak ve bir de kahve pişirmek istiyorum. Gerçekten utanıyorum seni unutacak kadar senden uzak kaldığım için ama sen beni gerçekten anlıyorsun ve her şeye rağmen seviyorsun. Her zaman burada olacağını bilmenin verdiği güvenle senden uzaklaşabiliyorum aslında. İyi ki bir insan değilsin dostum. Çünkü bazı ruhlar ete kemiğe büründüğünde onlarla olabilmen için onlara sürekli bir şeyler vermen gerekiyor (tabiki somut ve maddi şeylerden bahsetmediğimi çok iyi biliyorsun). Sürekli kendinden parçalar vermen gerekiyor insanlara. Bir meyve gibisin onlar için. Isırmadıkça ne kadar tatlı olduğunu hatırlamıyorlar. Ve sadece mevsimin geldiğinde arıyorlar seni. Sen olmasan onların hayatında, başka meyve mi yok sanki. Ama senin tadını başka hiçbi şeyden alamayacaklarını bilmiyorlar. Bir meyve gibisin insanlar için. Olmasan belki yaşamaya devam ederler, o mevsim geldiğinde sende buldukları tadı başka meyvelerde ararlar. Ve seni pekâlâ unutuverirler. Bir meyve gibi hissediyorum. Sürekli ısırılıyorum sağımdan solumdan. Beni yedikleri için insanlara minnettar mı olmalıyım tekrar toprağa düşüp yeşerip ellerine tekrar düşeceğim için. Onlara; beni ısırarak ölümümü ve elbette sonrasında da doğumumu hızlandırdıkları için teşekkür mü etmeliyim. Ben dalımda çok mutluydum be dostum. En azından kurtçuklar daha az acımasız. Yavaş yavaş ve sadece yaşamak, hayatta kalabilmek için beni ısırıyorlar. Ama insanlar o 32 dişini birden vücuduma her geçirişlerinde zevk alıyorlar. Ve sürekli dillerinde Nâzım'ın dizeleri: "Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?..." Değil tabiki lan, sevmiyorum hiçbirinizi. "...Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık, yahut hiç sevmeseydi; Tahir ne kaybederdi Tahir'liğinden.?" Kaybetmezdim Zühre'm ben Tahir'liğimden hiçbir şey merak etme. Hem siz insanlar, biriniz değil haa hepiniz, siz kirli dişlerinizi bedenime geçirmeden önce tahirdim ben zaten.

   Bu arada sana nasıl hitap ettiğimi buldum, sevgili hiç okumayacak okuyucum ;) Şimdi de kahvemi pişirmeye gidiyorum, gelcem.

   Ben buraya dert yanmaya gelmiştim,  yine edebiyat yapmışız laf arası. Hem sen hak ediyosun edebi olmamı sevgili hiç okumayacak okuyucum. Aaaa şimdi aklıma geldi. Acaba hiç dinlemeyecek dinleyicime de biraz seslensem acaba. Ama tabiki onunki müzikal olacak, kıps ;)

   Biliyorsun dostum (bırak da sana bugünlük böyle hitap edeyim) ben biraz çerez gevezelikler yapmadan söze giremiyorum. Oldum olası hiçbi insanı üzmek istememişimdir. Böyle yaşadım bu lanet olası yaşamı. Bazen Uğurhan Özay gibi sokaklara çıkıp "Lanet insanlaaaaaaaaaaaaar" diye bağırasım gelmiyor değil ama kimseyi üzmezsem ben de üzülmem diye bir inanç var içimde yıllarca beslediğim. Kellesini mi vurayım yoksa minik mutluluklar yaşattığı için arada bi başını mı okşayayım bilemedim bu inancımın. Ama neyse dursun bi kenarda artık. Ama sevgili inanç'cım, sana bi şey söylemem gerekiyor: "Hiçbir işe yaramıyorsun, bugüne kadar yaşattığın hiçbir şey için teşekkürler." Niye deme oğlum işe yaramıyorsun işte. Yok kimseyi üzmezsen bir gün gerçek mutluluğu sen de bulurmuşsun. He gülüm, oldu canım, oldu paşam, he yavrum... insanlar da öyle diyordu zaten. Şimdi birilerinin karşına geçip "Naif insanları ülkemizde zayıf zannediyorlar" falan desem, herkes kafa sallar. Ama kime naif davransan eninde sonunda ağzına sıçıyorlar afedersin. Neyse edebi üsluptan kaymayalım burası özel bir müessese. Barış Manço falan geliyor buralara. Arkada Jazz çalıyorlar falan, olmasın yani, olmayalım.

   Arada kalemi bırakıp birkaç bi şeyle uğraşıp geri dönüyorum sana sevgili hiç okumayacak okuyucum ama tabiki bunu fark etmiyorsun. Şükrü Erbaş'ı çok çok severim. Hele Ömür Hanım'a yazdıklarını okudukça dibim düşüyor. Az önce dizelerini okudum. Şöyle diyor: "Ey gövdede çiçeklenen zaman/Kendini sevmeden kimseyi sevemezmiş insan." Bana diyor ki resmen:"Sen daha kendini sevmiyorsun be pezevenk." Uuups, özür dilerim. Beyler ama lütfen Barış abi var içeride, olmuyo böyle küfür falan. Pardon abi kusura bakma ya. Edebi üsluptan şaşmayın dediniz de küfür edebiyatın şahdamarıdır be. Ne yani hep süslü püslü cümleler mi kuracağız burada. Hem bu mekan benim ulan. Al dikkat etmiyorum yazım yalnışlarına. Al şeyi bitişik yazdım: herşey; Al bir'i de ayrı yazdım: hiç bir. Kızdırmayın ulan beni. Kızman hiçbir işe yaramıyor Aliciiim. Hiçbir şeyi değiştiremiyorsun. Hiçkimse seni dinlemiyor. Hiçkimse sana inanmıyor. Hiçkimse senin için mücadele etmiyor be, en sevdiğin bile.

   Nerede kalmıştık abi? Bi kahve pişirmek bu kadar uzun sürer mi yahu! Geldim geldim tamam, pişti kahve. Eee abi ne diyoduk? Hiç öyle laflıyoduk ya. E dert anlatıcam diye geldin buraya. E abi biliyorsun beni de zorlama, dökülücem birazdan işte. Hem arada söylüyoruz ya bi şeyler. Sen de mi gerçekten dinlemiyorsun beni yoksa? Dinliyorum ya işte. Bu dinlemek olmuyo be abi. Ben sevmiyorum kendimi abi ya. Banane ulan bundan. E abi sen bensin, seni de sevmiyorum. Haa o zaman değişir, anlat bakalım neden sevmiyorsun beni, pardon seni, off bizi ulan işte! Hiiiç. Öyle işte ya, neyse...

   Evet sayın  ve çok sevgili okuyucularım (yani hiçkimse); an itibariyle İstanbul semalarında bulutlar kavga ediyor, bağırıp çağırıyolar. E biraz da bi şeyler parladı. Sanırım canları yanar ve sonunda ağlarlar. Biz de ıslanırız. Umarım üşümüyorlardır, şu an karı hiç çekemem. Ya o karı değil be olum ilahi hahaha, hem sen ne zaman benim kadınlara öyle dediğimi duydun. Kar işte; hani yağan, birbirinden eşsiz olan buz taneleri. Bir keresinde bana hiçkimse "sen yeryüzüne yağan eşsiz kar tanelerinden biri gibisin" demişti. Evet evet seviyorum o küreleri de. Tamam doğru hatırladın tamam. Hem yakın zamanda bi tanesine ben de sahip oldum. Yavaş yavaş söze giriyosun galiba Alicim. Öyle mi abi? Evet evet konuyu nereden nereye getirdin baksana, o kız mı yine? Evet ama abi, ben sana o kızdan hiç... Şşşt ben senin hep yanındayım bunu unutma ;)

   Velhasıl kelam ben yine rutin işlerimle uğraşıyorum, yani: üzülmekle. Madem sen benim hep yanımdasın, sana da tek tek anlatmamın bi anlamı yok abi. Nasıl olsa ona da anlatıyorum tek tek ama bir faydası olmuyor. Ne gözümden bi damlayı eksiltiyor, ne de yaşamımdan biraz üzüntüyü. Tüm üzüntümün sebebi değil elbette, yüzümü de güldürüyor.  Ama payı büyük be abi. Olmuyor, olamıyoruz sanki. Çok farklı pencerelerden bakıyoruz hayata. Oysa bi ara bu trende aynı pencereden baktığım tek insan sanıyordum onu, ama sadece benim vagonuma uğramış bi ara. Hepsi bu.

   Az önce telefonum zınladı. Heyecanla o mu yazdı bi şeyler diye açtım tuş kilidini. Ama sıradan bir bildirimmiş. Aşk da gurur yoktu hani yazsana bi şeyler. Bana hep beni anladığını söylüyorsun, döksene içini satırlara. Uzun uzun yazsana. Okuyayım biraz. Seni, senin içini... Üzülmek yetmiyor, söylemek lazım; konuşsana. Sevmek yetmiyor, göstermek lazım; yapsana.

   Çık gelsene yanıma. Sarılsana bana. Al birilerini, bi şeyleri, geçmişini karşına artık. Dayanamıyorum ben bunlara, beni biraz anlasana... Sana yeni şarkılar yazacakken, yazdığım şarkının anlamını yitirip yok olmasına sebep olan kadın, anla beni!

  Fazla mı ileri gittim abi? Yok yok devam et, dök içini. Kızıyorum abi ona. Neden peki? Üzülüyorum abi ben ya. E sen de hep üzülüyorsun, hiç mi mutlu olmazsın be Ali? Olmuyorum abi olamıyorum. Ben bu hayata mutsuz olmak için gelmişim. Her şey o kadar boktan gitmiş ki hayatımda...

  E ama beyler Barış abi içe...

  Siktirtme ulan şimdi Barış abini. Bi şey anlatıyoz şurada, girme araya! Her şey o kadar boktan gitmiş ki hayatımda abi, bundan sonra bi şeyler güzel gitsin istiyorum, çok mu be?! Çok değil ama çabalıyor musun ki sen de? E abi çabalamıyor muyum allasen, sen de yapma şimdi böyle. Tamam tamam bir şey demedim devam et hadi.

   Oooffff! Ooooof! Ooooof!

   Oflama anlat hadi.

   Oooffff! OFFFFFFF! Of be abi. Ne kaldı anlatacak. Bak samimi söylüyorum, dilimden dökülen her cümleye acıyorum. Vasıfsız işçiler bile bi çarkın parçası, sistemi döndürüyorlar; ineğin boku bile gübre oluyor da bi işe yarıyor. Benim cümlelerimin değeri bu kadar bile yok.

   Söyleyelim mi birer bira. Bira yok abi evde vodka var, ev yapımı. Onun da yanında içilecek bir şey yok. Yoğurt var dolapta ayran yap. Abi güldürme işte, olmuyor. Tamam oğlum da anlatmıyorsun bi şey. Abi nasıl anlatmıyorum ya, konuşuyorum işte. Baksana gözüme, car car bağırıyorlar, onlara kulak versene. Sen de ruhen uzaktasın benden demek ki, gözümü görmüyorsun ki beni anlayasın, tıpkı onun görmediği gibi. Gerçi o gözümü görse de susuyor ama neyse... Bakışlarımı görse de, gitme diyen sesim yankılansa da kulaklarında, gidiyor işte anahtar için falan. E olum hâlâ mı bu mesele ya. E abi tabi anlatıcam, atlatamıyorum ki, kaldıramıyorum terk edilmeyi. E sen de beni terk ediyosun işte, 240 günde bir uğruyorsun. Abi aynı şey mi lütfen ama ya; senin bana ihtiyacın yok ki, senin bana ihtiyacın yok. Belki onun da sana ihtiyacı yoktur. Öyle mi diyorsun? Öyle diyorum. Deme! Dedim bile.

   Şu an bu satırları okusa ne derdi? Hahaha okutacak cesaret mi var bu satırları, boşuna mı hiç okumayacak okuyucum diye başlıyorum cümlelerime. Tamam okutamazsın da, diyelim bi şekilde okudu; ne derdi? Ne diyecek abi. Süslü satırlarımdan etkilenirdi, sana konuşmamı komik bulurdu. Her cümleme bi savunma cümlesiyle karşılık verirdi. Türlü bahaneler üretirdi. Anlamaya çalışmak yerine tek bir yere odaklanırdı. Orası da kesin cevap verebileceği bi cümlem olurdu. O cümlem üzerinden yürür giderdi, ben de onlara cevap verirdim. Sonra her şey bi daha karman çorman olurdu. Lanet döngüden çıkamazdık yine. Hem o pek kitap okumaz, anlamazdı senin benim dilimizi, üslubumuzu. Büyülemez cümleler onu pek. Çekmez kelimeler onu içine, daha ona hediye ettiğim kitabı bile bitirmedi. Sorsan hep bir bahanesi vardır mutlaka. Sorsan bunlar bahane değil sebeptir de. Ben onu hep anlarım ama o beni hiç anlamaz gibi gelir bana. Ben ona ne hissettiğini tek tek söylerim ama o karşımda bi yabancı gibi konuşur beni tanımayan. Sanki her şeyimi açtığım sevgilim gibi değil de durakta beklerken dert yandığım biri gibi.  Ben onun hep peşindeyimdir, ulaşabileceği bi yerdedirimdir ama o ise müsait olduğunda yanıma gelir, bana ayırdığı zaman bitince gider. Zamanını ayıracağı şeylerden biriyim sadece. Onun hayatında özel bir yerim yok. Öyle olduğunu zannediyor ama sadece vakit bulursa yanıma uğruyor. Yani vakti olursa arkadaşıyla konuşuyor, vakti olursa benimle konuşuyor, vakti olmazsa hiçbirimizle konuşmuyor. Aynıyız yani. Oysaki ben vakit yaratıyorum onun için, uyumuyorum mesela o müsait olduğunda. Oysaki ben  türlü zorluklara rağmen mekan yaratıyorum onun için mesela, şehrine gidiyorum; o ise bulunduğu mekandan ayrılabilirse geliyor yanıma. Benim annem babam ailem hiçkimseler onun karşısında mesela, o ise ailesene uyarsa yanımda. Döktün içini gene. Deşme yaramı be abi, susturamazsın sonra; bak uyarıyorum.

   Bana dostum diyerek başladın abi diyerek bitireceksin galiba. Benim dostlarım hep benden büyüktür abi. Yaş olarak değil ruh olarak. Sana saygımdan abi diyorum yoksa öz abime bile demem biliyorsun.

   Noldu senin o işler? Hangi işler abi? O işler işte olum hani... Haaaaa onlaaaaaar. Onlar tabi yaaa aklına geldi nihayet. İşler deme abi şuna ya, duygusalım ben işte; her eylemde bir mânâ ararım. Biliyorum oğlum biliyorum, bakma sen bana sokak ağzı. Anlat bakalım. İyi de hiç anlatmadım ki sana ben. Söyletmesene oğlum bana tekrardan, ben senin bildiğin her şeyi biliyorum NOKTA.

   Bir keresinde metroya yürümüştük beraber. Sonrasında da hep yürüdük. Mecbur kalmadıkça da aksatmadık. Evet biliyorum, içinde ne varsa o zaman anlatıyodun kıza. E abi napiym, zaten zar zor yanımda oluyordu, birlikteyken de iyi vakit geçirmeye çalışıyorduk, sevişiyorduk falan. Bana mı anlatıyosun bunu Ali, tabiki biliyorum. E abi sen her şeyi biliyorsun da niye anlattırıyorsun bana o zaman? Bilmem anlatman hoşuma gidiyor. Abi yapma şunu. Şaka lan, hem sen her şeyi tekrar tekrar anlatıyosun zaten hep, bir kere de bana anlat nolucak?

  Metroya gidiyorduk abi, ilk zamanlarımdı Ankara'nın sokak aralarında. Her şey bir yana da bana şunu dediğini çok iyi hatırlıyorum: "İleri de bir gün ayrılırsak...Hani her erkek senin gibi düşünmeyebiliyor." Bana ya bana! Ben nasıl unutayım şimdi bu cümleleri. Ben her şey pahasına seni sevmişken, kararlarıma rest çekip ayağına gelmişken (ki eminim o bunu otobüse binip gelmekten  ve söylenen birkaç yalandan ibaret sanıyor) , daha ilk haftasında edilecek söz mü bu? Sonrasında kendimi yanlış ifade ettim falan dedi ama palavra. Öyle olmasaydı deliler gibi seviştikten sonra içine de girebilirdim. Her türlü hâle geliyoruz ama bir zar her şey onun için, neden acaba? Gerçekten beni geçici biri olarak görmeseydi ya da geleceğinde benim olacağımdan emin olsaydı, içine de girerdim di mi? Ama hala hala hala bana güvenmiyor abi. Her boku yiyoruz afedersin ama-

Beyler Barış ab...

Laaaaaaaan, kafayı mı yedirteceksin bana. Zaten dağıldım iyice siktir git!

Ama abi küfür yo...

Lan siktir git, siktir git!

Biliyorum düşünüyor bunu içten içe. Bir gün ayrılırsak başka bir erkeğe kendini layık görmüyor herhalde, bilmiyorum. Gerçi her kadının endişesi bu ama. Onda farklı bir izlenim bıraktığıma, benim diğer erkeklerden hatta diğer insanlardan gerçekten farklı biri olduğuma ve farklı düşündüğüme inandığını zannediyordum. Sonrasında defalarca öyle demek istemediğini söyledi ama sonra bir kez daha, bana bunun aynısını söyledi. Ama bu kez "Ben seni üzersem yine ve sen beni terk edersen" cümlesini ekledi başa. Benim ondan ayrılmamdan korkuyormuş ,peh! Benim gibi pireyi deve yapan biri sana gerçekten aşık olmasaydı, sen bu cümleyi ilk kez kurduktan sonra yanında durur muydu sence? Ama biliyor çok zıt düşündüğümüzü, bir gün biteceğimizi. Bu yüzden kendi kendine "ortada kalırım bir gün" diyordur eminim. Ne gelir ki benim elimden. Sustum, susuyorum. 

   Hem bu ne kadar iğrenç bi cümle ya: ortada kalmak. Toplumdaki her kadının düşüncesi haline nasıl geldi bu cümle? Naptılar bize ya? Nasıl kendinizi bir eşya olarak görebiliyorsunuz ey kadınlar, nasıl?! Lanet islamiyet yine iş başında! Sen yine her şeyi islam'a bağlıyorsun gene? Hala nefretin taze galiba? Olmasın mı abi, tabiki taze ve hep de taze kalacak. Bir şekilde hayatımı hep mahvetmeye devam ediyor namussuz!

   Baktım Jazz müziğine de, 3.5 saattir arkada çalıyor. Bana da yazdırıyor sürekli. Bu jazz müziğin en çok nesini seviyorum biliyor musun? Aslında benimle tamamen zıt olan bir yanını: Hiç acele etmiyor. Trompet sakin sakin ve saatlerce çalabilir. Bir notayı belki bir saat boyunca, bir ezgiyi belki günlerce çalabilir ama hiç acelesi yok. Sakin, sessiz ama akıyor. Sürekli çalıp da hiç rahatsız etmemesinin, hiç kendinden bıktırmamasının sebebi bu. Hiç acele etmiyor. Bense yaşamdaki her güzelliği çabucak tükettiğim için bu hâldeyim belki. Belki hayal edecek tek bir şey bile  bırakmadım geride. Zıt ki Simyacı'daki o adam gibi. Hacca gitse hayali kalmayacak (bunu hayal eden aklını sikiyim ama neyse hayallere saygımız var)ya o yüzden yaşamaya umutla devam edebiliyor. Ha bi de Romantika'daki o aşıklar var tabi. Onların olmadığı gibi sabırsız ve aceleci olduğum için böyleyimdir belki ben. Hem abi bak iyi ki okumuyor o bu satırları. Simyacı'yı bitirmedi, Romantika'yı okumadı bile, anlamazdı bu cümlelerimi. Okur geçerdi. Oysa cümleler sadece okunmak için mi yazılır? Her cümlenin arkasına bi duygumu saklarım ben. Kaldırıp bakmasını isterim okuyanın. Kimileri her kelimenin arkasına saklar, kimileri ise her harfin... Hem bi de sadece tek sıkıntım olarak; gitmesinden, sexten falan bahsetmişim. Okusaydı yalnız onlara odaklanırdı. Okur okur geçerdi. Hem o da haklı, hangisine odaklansın? Birikiyor be abi. O kadar biriktirmeyelim desek de birikiyor. Uzaktasın ya işte nafile. Yapamıyorum, yapamıyoruz, olmuyor. Oysa bir kez sarılsak bitecek tüm dertler ama sarılamıyorum ki bitsin. Uzak kaldıkça daha da uzaklaşıyoruz. Hem ben bi de sürekli ağlayan biriyim, sulugözüm; görmüyor ki anlasın beni. Gerçi görünce de acıyor galiba bana. Kıyamıyorum sana diyor. Seviyor galiba. Ben de onu seviyorum. Ama keşke hiç kıyamasa. Ağlamam biter bitmez kıymaya devam ediyor.

   Onun yanındayken sadece sevişirken gerçekten mutlu olduğumu hissediyordum. Çünkü sadece o anlar da düşünmek zorunda olmuyorduk, sadece o anlar hiç bitmeyecek gibi geliyordu. Şimdi arada bi konuşmaya çalışsam kaçıyor. Konuyu kapatıyor. Benim yaşadığım kadar güzel ve değerli değildir o anlar onun için. Utanıyorum diyor ama bundan utanılır mı abi? İnsan sevdiğinden utanır mı? İnsan sevdiğini yarım bırakır mı, insan sevdiğini üzer mi?

   Geriye kalan tüm anlar da sürekli bir, zamanı bitecek ve gidecek endişesi taşıyordum içimde. Gelmediği zamanlar zaten hep mutsuzdum. Geldiği zaman da gidecek diye mutsuz oluyordum. Yarım kalıyorduk yani, birlikte olduğumuz anlar bile yarım kalıyordu, sevişmelerimiz bile yarım kalıyordu. Biz tamamlanamadık ki hiç. Ama onun yüzünden hep bunlar, hep onun yüzünden, hıh!

   Bitiremiycez gene herhalde muhabbeti abi. E olum arada bir gelsen anlatacağın şey azalır. Gelemiyorum be abi. Neden gelemiyorsun? Gelemiyoruz işte. Şimdi senin o kızdan ne farkın kaldı? Abi deme şunu ya! Belki de aynısınızdır, ondan böylesiniz. Seviyor mu seni o? Seviyor abi. Nereden biliyosun? Söylüyor da oradan biliyorum. Sen seviyor musun onu peki? Çoook, hem de çok ama... Aması ne? Neyse be abi! Keşke cesaret edebilse de gelebilseydi. Ne biliyim hayali bile güzel. Ayda 1 belki. Bir ben gitseydim bir o gelseydi. En azından ayda 1'de olsa birbirimizi görürdük, belirsizliğe gömülmezdik. Ah be oğlum ah be Ali'm...

25 Mayıs 2020 Pazartesi

herkesin ismi alnında yazsaydı

   Herkesin ismi alnında yaszaydı nolurdu? Sokağa çıktığımızda yine hiçkimsenin ismini bilmezdik ama alnına bakar bakmaz öğrenirdik. İçimizde herkesi tanıyormuşuz hissini taşırdık ama yine kimseyi tanımazdık. Birini tanımak ismini bilmekten ibaret midir gerçekten? Elbette değildir. Mesela hoşlandığımız birinin ismini öğrenmeye çalışırken bile akla karaya seçiyoruz. Bu heyecanı kaybederdik bir kere.
    Şahsen benim gibi 3 harfli ismi olanlar için büyük kolaylık olurdu. Herkes bizim ismimizi bir şekilde hatırlıyor çünkü akılda kalıcı. Ama biri bize ismimiz ile hitap ettiğinde ''aa bunun ismi neydi lan'' diye geçiriyoruz içimizden. Bazen ismini söylemeden başka hitap şekilleri bulmaya çalışıyoruz ya da aklımıza gelen isme en yakın yansımayı dilimiz ile dişimiz arasında söyleyiveriyoruz. Şimdi o insanın ismi alnında yazılı olsa bile ismini görür görmez hatırlamadığımız yine belli olurdu. İsmini öğrenmek için alnına bakma çabamız çok komik bir durum olabilirdi. Bir de biri bize uzaktan seslense mesela ismimizle, o alnındaki küçücük puntoyu okumaya çalışarak miyop olabilirdik. Yani şimdiki düzenden pek farklı bir dünya olmazdı. Yine ağzımızda kelimeleri yuvarlar yine sanki tanıyormuşuz gibi sözler gevelerdik. 

3 Mayıs 2020 Pazar

vay canına

Neredeyse 1 ay olacak görüşmeyeli sevgili hiç okumayacak okuyucum. Yazmaya en çok ihtiyacım olduğu dönemde yazmayı bırakmışım meğer. Tabii 1 aydır bu tımarheneye tıkılı kalınca insan, içinden yapacak hiç iyi şeyler gelmiyor. Lanet bir durum bu ama sabretmek başka da bir şey gelmiyor elimden. Sana olanlardan bahsetmek isterdim ama bir gün içinde bile milyonlarca kez tekrarlanan bugünlerin en büyük problemini asla zikretmeyeceğim. Sen bir şekilde keşfedersin yakında zaten ya da ben eğer hiçkimsenin bahsetmediği günler gelirse bunu, işte o zaman anlatırım. Ama cehennemin içindeyken ateşten yakınmanın bir anlamı yok. O ateşin yaktığı tenimiz kabuk bağlayınca konuşursak bir anlamı olur bunların. Yoksa tatlıya dönüşmeyen hiç anıyı konuşmanın anlamı yok. Baksana ne diycem sana, öyle esti bi yerlerden. Benim hiç Can Yayınları'ndan veya İş Bankası Yayınları'ndan kitabım olmadı biliyor musun? Aslında var bir iki tane ama biri benim hayatına almak istemeyen kadının elveda hediyesi diğerinin de üstüne kim bilir kimden kondum. Çok istedim şöyle bir taraftan dünya klasiklerini bir taraftan da Türk klasiklerini dizeyim rafıma tek renk halinde ama olmadı işte. Tüm dünyanın basmakta özgür olduğu kitapları sadece süslü kapaklarla basıp kendilerine aitmiş gibi lanse ediyorlar. Onların bastıkları kitapları elbette okudum ama farklı yayınlardan. Bu yüzden aslında bütün kitapların ücretsiz olması kanısında olduğumdan içim fazlasıyla rahat. Ama o yayınların kitaplarını da elime alınca kendimi özel biri gibiymiş gibi hissetmiyorum da değil.
Bugün dün bir beatin üzerine yazdığım ufak bir nakarata devam soluğu getirmek istedim ama hayli yoruldum. Beceremedim, kaldı öyle. Sadece fazladan iki cümle yazabildim. Bu satırları yazarken içim kapkaranlık, tüm hayattan ve içindeki her zerreden bıkmış gibiyim. Hayalllerim bile neşelendirmiyor beni. Bu günkü durumlar hayallerimi bile törpülüyor. Geç kalmışlık ve hiçbir işe yaramamazlık hislerini zirvede yaşıyorum. Bir de üstüne yetmezmiş gibi depresi filmler izleyip müzikkler dinliyorum. 24 saat içinde bu durumun değişmesi ümidiyle... Çünkü sahte gülücekler saçacağım tecrübeli hayatıma dönmek istemiyorum.

1 Nisan 2020 Çarşamba

bi bak hele

   Tamam, teşekkürler. Öldün mü diye kontrol ettim sadece sevgili hiç okumayacak okuyucum.

29 Mart 2020 Pazar

heyyooo

   Naber sevgili hiç okumayacak okuyucum? Geçerken bi uğrayayım dedim. Malum havalar soğuk bu aralar bir de virüs illeti var biliyosun çıkamıyoruz bi yerlere. Ondan uğrayamıyorum sana umarım darılmıyosundur. Oldu görüşürüz o zaman iyi bak kendine.
   Gibi bi samimiyetsiz yazıyla sana hitap edeceğim günlerin gelmemesi ümidiyle güzel dostum.

 

27 Mart 2020 Cuma

tutunamayız

   Bir devir bitiyor mu ne? Oysa başındayken sana ne sözler vermiştim sevgili hiç okumayacak okuyucum. Sana her gün yazacağımın ve seni hiç yalnız hissettirmeyeceğimin sözünü vermiştim. "Her gün gelip beni burada bulabilirsin." bile demiştim sana hatta. Halbuki yalan söylemişim, halbuki başındayken ne kadar güvenmişim kendime. Sanırım sen benim kötü gün dostumsun. Sanırım sadece canım sıkkın olduğunda kafam bozulunca geliyorum sana. Ne kadar alçak bi insanmışım gibi geliyor kulağa ama inan bana ben öyle biri değilim. Çok söz verip tutamadığım oldu elbette ama hepsi için çabaladım. Herkesi mutlu etmek, her soruna bağırmak için çabaladım. E ben de yoruldum sonunda. Ne ben dünyanın tüm yükünü kaldıracak kadar güçlüyüm ne de dünya bunlara minnettar olacak kadar vefalı. Sanırım benim de mutlu olmamın zamanı çoktan geldi ama eşref saati bir tek beni bulmuyor. Uzun zamandır sana yazmadım biliyorum çünkü birazcık mutlu olmuş gibi olmuştum şu son 1 ayda. Azıcık lan azıcık mutlu olmuştum. En azından bir şeyler yolunda gitmeye başlamıştı sonunda. Rehavete bile kapılamamıştım ki henüz her şey boka sardı. Darmadağın oldu her şey. Gözümle göremediğim ufak bir yaramaz tüm hayatımı mahvetti. Bir kez  daha anladım ki biz insanoğlu birbirimize görünür görünmez ağlarla bağlıyız. Nefretin yeri yok bu dünyada. Olmamalı yoksa doğa ana bizi çok güzel cezalandırıyor. E her şey tekrardan rayından çıktığına göre sevgili hiç okumayacak okuyucum, arada uğrayabilir miyim sana yine? Dinler misin beni eskisi gibi, eşlik eder misin sesli sessiz çığlıklarıma, göz yaşlarıma, yutkunamamama? Kapından bi karınca gibi kovarsan bu kışta beni anlarım. Kıçıma tekmeyi basarsan yerimden kalkmam. Ama yine de arada bir sana uğrarım. Sen de olmazsan sevgili okumayacak okuyucum, biz bu dünyaya tutunamayız.

23 Mart 2020 Pazartesi

yalan

   Kendime yalan söyledim, başkaları yetmezmiş gibi. Yalan hayatı yaşamak çok zor ama zekayı keskinleştiriyor git gide. Bahane bulma, savunma yapabilme hızın artıyor. Hazırcevaplık geliye gökten bi yerden. Mükemmeliyetçilik insanın kendi kendine eziyet etme biçimidir. Cumhuriyet'in tanımına benzetmek için seçtiğim kelimeler mükemmel. Yoksa değil mi? Oh, shit! Here we go again.

absürdatör

   Ben bundan 3-4 yıl önce keşke dilediğim zaman çıkabileceğim bi kodese girsem de istediğim kadar film-dizi izleyip, kitap okuyup, müzik dinleyebilsem demiştim. Bu düşünce git gide kafamda büyüdü sonra. Bunun sebebi de çok fazla birikmiş öneri vardı. Tüm gün bunu düşündüğüm de oldu. Hatta biraz daha paranoyaklaşıp az suç alınabilecek cezaları araştırıp, şaka havasında sorularla da bir avukatın ağzını aradım. Elbette net cevaplar alamadım. Zaman geçtikçe düşüncemin aptallığını fark ettim tabi. Eğer bi şekilde bu olay başıma gelirse diye de bi liste yapmıştım. Ama hiç gün yüzüne çıkmadı, bir köşede durdu o liste. İşin absürtlüğü ise 23 güne yaydığım listeyi az önce tamamen bitirdim, 15 gün sürdü. Listenin finaline de J.Livingston'un meşhur "Martı" romanını koymuştum, özgürlüğün özlemini had safhada yaşayacağım günlerde kendime mesaj verebilmek için. Sonuç olarak "Gelecekteki ben" e şunu söylemek istiyorum: Kendin üzerinde psikolojik deneyler planlama birader. Samimi söylüyorum manyak olursun :)

19 Saatlik İstanbul

  1 9   S A A T L İ K  İ S T A N B U L Selaaaaaaam ben geldiiiim, naber lan. Oooo abi hoşgeldin. Hoşbuldum, bak bu sefer çok bekletmedim sen...